İlhan Karaçay

İlhan Karaçay

Adab-ı muaşeret (Görgü kuralları)

Gazetecilik yaptığım 50 yıllık süre içinde, beni rahatsız eden her davranıştan sonra, görgü kurallarını anlatmak istemişimdir.
Ama, özellikle iyi yetişmiş dostlarımı kırmamak ve üzmemek için bunu yapmaktan hep çekinmişimdir.
Bir zamanlar, Almanya’da yaşayan bir gazeteci arkadaş, bu konuda bir kitap yazmıştı. Ne yazık ki o arkadaş, görgü kuralları ile gelenek, görenek ve ananeleri karıştırmıştı. Örneğin, Türklerin çorba içerken, çay ve kahve içerken acayip sesler çıkarışlarını ‘görgüsüzlük’ olarak vurgulamış ve buna benzer örnekler ile herkesi kızdırmıştı.

Ben başka şeyler yazmak istiyorum. Çorba, çay ve kahve içerken çıkarılan ses, Avrupalılar için uygun olmayabilir ama, taşrada yetişmiş pek çok insan için bu çok olağan bir şeydir.
İsim vererek bir anımı anlatayım:
Zamanın Sosyal Güvenlik Bakanı rahmetli Hilmi İşgüzar, bir Hollanda ziyareti sırasında evimde konuk olmuştu. Hollandalı eşim Jeanne kendisine bir Türk kahvesi yapmış ve ikram etmişti. Bakan İşgüzar, kahveyi içerken derin derin çekim yapmış ve o acayip denen sesi çıkarmıştı. Eşim bana acayip baktı ama, benim ona bakışım, ‘Boş ver, aldırma’ bakışıydı.

Sevgili okurlarım ve dostlarım. Her yıl yaptığım gibi, bu yıl da 3’er aylık periyotlar ile Mersin’de yaşıyorum. Şu anda tam iki aydır Mersin’deyim.
Her gelişim sırasında beni rahatsız eden konulara değinmek istedim. Ama, yukarıda da belirttiğim gibi, iyi yetişmiş dostlarımı kırmamak için bu konuya değinemedim.
Şimdi bu konuyu irdeleme kararı aldım.
Kararı aldım ama, bir şartım var. Lütfen bu eleştirileri genel olarak kabul etmeyiniz.
Eleştirilerim, rahatsızlıkları bilinçsiz olarak yapan kişileredir. Hem de hiç kızmadan ve küsmeden.
Zira, beni rahatsız eden konular o kadar çok bezdirdi ki, artık yazmadan edemeyeceğim.
Alttaki eleştirleri okuduktan sonra bazılarınız, ‘Eeee be hıyar, mademki bu kadar şikayetçisin, neden geliyorsun bu ülkeye’ diye soracaklardır. Vallahi bunu sormakta haklılar ama vereceğim cevap da vardır elbet.

Nereden başlayayım?

Devlet’ten gelen rahatsızlıklardan mı, yoksa bireylerden gelen rahatsızlıklardan mı?
İsterseniz bireylerden gelen rahatsızlıklardan başlayayım.
En büyük rahatsızlığım ‘Gürültü kirliliği’dir.
Çok iyi bir komşunuz vardır. Yardımsever ve misafir severdir. Konuşurken de cana yakındır. Ama akşam olduğu zaman aynı komşu, bizim varlığımızı unutur ve gürültünün en alasını çıkarır.
‘Eh, komşudur, bu kadarına da göz yumulmalı’ dersiniz ama, gürültünün, saz takımı ile birlikte yapılması, tolerans sınırını aşar. Saz takımı içinde darbuka da vardır. Anlayın artık o saz takımından çıkan gürültüyü. Söylenen şakılar ile kafanızın şişmesine tahammül saati 24.00 olmalıdır. Ama ne gezer. Saat 24.00’ten sonra da komşunuzun terasında saz eserleri devam etmektedir.
Bir ara darbuka sesini kestiler. Ama gece saat 01.30’da da ud veya saz sesi ile şarkılar mırıldanıyordu. ‘Eh, buna da şükür’ diyerek uyumaya çalıştık ama ne gezer.
Sonunda saat 01.50’de takım dağıldı da, biz gece saat 03.00’e doğru uyuma şansını yakaladık.

Yukarıda anlattıklarım örneklerden sadece biridir. Örnekleri çoğaltırsam yazımı okumayı anında bırakırsınız. Ama sadece şunu söyleyebilirim. Başka komşular da da şarkı fasılları oluyor. Tabii ki söylenenlere şarkı denilirse…

Şarkı mı söylüyorlar, avaz avaz anırıyorlar mı anlamanız çok zor.

Bir de, gece yarıları etraftan gelen gürültüler var. Otomobillerinin içinde radyoyu son ses açıp, ortalığı ayağa kaldıranlar için her gece polis aramak şart oluyor.
Evinizin önünden geçerken, radyoyu son ses açıp, sizi yatağınızdan fırlatacak kadar gürültü yapanlar da cabası.

Sabahın saat 07.00’sinde, yüzlerce ailenin yaşadığı apartmanlar önünde korna çalarak arkadaşını çağıranlara ne demeli. Otomobilinden inip kapı zilini çalmaya üşenen düşüncesiz kişiler, çaldıkları korna ile onlarca çocuğu da yataklarından fırlattıklarını fark edemiyorlar.

Sabahın erken saatlerinde, evinizin önünde yürüyüş yapan bazıları, birbirleri ile yüksek sesle konuşurken, veya telefonları ile bağırırcasına konuşurken, uyuyan insanları yataklarından fırlatacak kadar gürültü yapıyorlar. Son bir örnek: Az önce  sabah yürüyüşü sırasında, karşıdan gelen bir adamın bağırarak konuşması karşısında, etraftaki apartmanların pencereleri teker teker açılıyordu. Adam telefonda birilerine bağırıyordu. Yanaşınca bağıranın uzun saçlı, cicili bicili takıları olan artistik biri olduğunu gördüm. Ama bu artistik adamdan çıkan sesler şöyleydi: ‘Bana bak lan, ben İstanbullardan buralara katil olmamak için kaçtım. Beni kızdırma oraya gelir hepinizi tararım lan’. Konuşma bu minvalde sürüp gidiyordu. Peki bu davranış, ilkelliğin daniskası değil mi?

Gürültüyü politikacılarımız da en abartılı bir şekilde yapıyorlar.
Hollanda’da  parlamento tartışmalarında, siyasilerin karşılıklı konuşmaları yasaktır. Birine hitap etseniz dahi, ‘Sayın Başkan’ olarak söze başlıyorsunuz. Yani muhatabınız Meclis Başkan’ı  oluyor. Eleştirilerde kişisel saldırı yoktur. Konu üzerinde eleştiri vardır. Ama bizim siyasilerimiz birbirlerine  en azından ‘Sen beş koyunu bile güdemezsin’ gibi suçlamalar ile tartışırlar. Hem de avazları çıktığı kadar.
Ben şahsen, Hollanda’daki tartışmaları izlerken, Türkiye’deki tartışmaları hatırladıkça utanıyorum.

Camilerdeki imamlarımız da öyle değil mi?
Kilise’deki rahip, Allah’tan en yumuşak bir şekilde söz ederken, bizim imamlar ‘Cehennemde yanacaksınız’ diye bağırırlar.

Gürültü kirliliğinin çeşitleri çoktur tabii. Hemen hemen hiç kimsenin şikayet etmeye cesaret edemedikleri bir de ezan gürültüsü vardır. En güçlü hoparlörler ile duyurulmaya çalışılan ezan sesi, özellikle sabahları, uyuyan çocukları yataklarından fırlatıyor. Bırakın ezanı, mikrofona üfledikleri zaman çıkan ses dahi çocukları korkutmaya yetiyor.
Sorarım size dostlar, Bilali Habeşi ezan okuduğu zaman mikrofon ve hoparlör var mıydı?

Teknolojinin nimetlerinden en çok yararlandığımız bu çağda, namaza çağrının hoparlörden yapılması şart mı?
Bırakın cami minarelerini, şimdilerde apartmanlarda açtıkları mescitlere bile hoparlör ile çağırı yapıyorlar.

Gürültü kirliliğinin görgü kuralları dışında cereyan etmesine dair örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ama şimdi bir başka görgüsüzlüğe ve bilgisizliğe değineyim.

Türkiye’de trafik kuralsızlıkları…

kuralsizlik.png

 

İşte, ben en sağdayım. Ama önümde giden araç orta şeritte gitmekte inat ediyor. Bu durum kazalara neden olabilir

Sevgili dostum Hıncal Uluç, trafik kuralsızlıklarını yıllardır yazıp durur. Son yazısı da İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya hitap idi. Hıncal Uluç, İçişleri Bakanı Soylu’ya yazdığı yorumunda, gerek yetkilileri ve gerekse trafiğe uymayanları yerden yere vurmuştu. Hıncal Uluç, geçmişte de örnekler vererek trafik sorununu dile getirmişti. Ben şu anda iki aydır bulunduğum Türkiye’de, otomobil kullanırken küplere binen bir adam oluyorum. Trafikte en çok illet olduğum konu da, otomobil sürücülerinin yolun sağından gitmemesidir. Özellikle oto yollarında bomboş olan yolda en soldan giden ve çoğu zaman da orta şeritten giden sürücüler görürsünüz. Bu sürücülere göre, yol nasıl olsa boştur. Arkadan gelen araç ya sağından geçsin ya da solundan. Bu konuyu açtığım zaman muhataplarım doktor, mühendis, avukat da olsalar, ‘Ne var bunda, ben de yolda ortadan giderim’ diyorlar. Kaldı ki Avrupa’da ve özellikle Almanya’da, boş olduğu halde yolun sağından gitmeyen sürücülere ceza kesilir. Sürücülüklerini en çok beğendiğim Almanlar, oto yollarında 180 km. hızla giderken dahi, yolu boş gördükleri anda sağ şeride geçerler. Ben de bu Alman sürücüleri gördükçe keyfimden dört köşe olurum.

Hollandalılar, Almanlar gibi değildir. Onlar da çoğu zaman sağ şeritten gitmezler. Boş olduğu halde, sağ şeritten gitmeyen ve orta şeridi kullananlar, büyük bir tehlike yarattıklarını fark etmezler. Örneğin, süratli bir şekilde sağ şeritten gidiyorsunuz. Önünüzdeki otomobili geçmek için sollamanız gerekecek. Ama ne var ki orta şeritteki otomobil süratli gitmediği için frene acı bir şekilde basmanız gerekir ve belki de kazaya neden olursunuz. Aynı durum orta şeritte giderken de meydana gelebilir. Orta şeritte hızla giderken, arkadan ve de sol şeritten çok daha hızlı bir otomobilin geldiğini fark ettiğiniz zaman, çok acı bir fren yapmak mecburiyetinde kalırsınız. Zira tam o sırada sağ şerit boş olduğu halde orta şeritte gitmekte israr eden sürücü, ‘Ne var yani, sağ taraf boş, oradan gitsene’ diyebilmektedir. Bu sürücülere ehliyet alırken hiçbir kural öğretilmemiştir. Bazıları bunlara ‘Yolun ortasından git ve kendini sağlama al’ demişlerdir ve bunlar da bu ilkel tavsiyeye uymaktadırlar.

ikili-kuralsizlik.png

İşte iki örnek daha. Yol boş olduğu halde ortadan gitmekte olan bir kamyon ve otomobil

 Şimdi ben de Hıncal Uluç gibi, yetkililere sesleniyorum: Eskiden radyo ve televizyonlarda ‘Sağdan gidiniz’ uyarıları yapılırdı. Bu uyarıların acilen devam etmesi lazım. Sağdan gitmeyenlere de ceza şart.

 Ben oto yollarında boş olduğu sürece hep sağdan giderim. Hatta çoğu zaman sol şeritten sağ şeride hızla geçerim ki, arkamdaki sağa geçmenin şart olduğunu görsün.
Sonunda kendi kendime söylenirim: ‘Bırak İlhan bu işleri. Kime ders vereceksin ki?’

Soldan yürüme:
Türkiye’de hemen hemen hiç kimsenin bilmediği bir uluslar arası kural daha vardır.
Kaldırımı olmayan yollarda, motorlu araçların ve bisikletlerin de geçtiği yaya yollarında sağdan değil, soldan yürünür. Ben şahsen her sabah yürürken sol tarafta kalırım. Ama sağdan yürüyenler ile de çarpışma anlarım oluyor. Buna çok kızanlar da oluyor. Bazen dilimin döndüğü kadar anlatmaya çalışıyorum ama, dinleyen de çok az. Geçenlerde TV’de bir yarışma programında böyle bir soruya, yarışmacı cevap veremedi. O programda sunucu, yaya yollarında soldan yürünmesi gerektiğini belirtti.
Bunun en önemli nedeni, karşıdan gelen motorlu aracı veya bisikleti görerek tedbir almanızdır.
Ben her sabah soldan yürümeyi sürdürüyorum ama bazen de kendime sesleniyorum: ‘Bırak İlhan bu bilgiçliği. Hangisine ders vereceksin ki?

Elektrik ve su kesintileri:
Sadece benim yaşadığın bölgede değil, Türkiye’nin her tarafında elektrik ve su kesintileri yaşanmaktadır. Başka yerleri bilemiyorum ama, benim yaşadığım TECE’de aşağı yukarı her gün kesinti vardır. Televizyonda dizi veya maç izlerken kesilen elektrik çıldırtmaz mı?
Bırakın TV izlemeyi, sabahları çay içemiyorsunuz, öğleleri yemek yapamıyorsunuz, buz dolabındaki yiyecekleriniz kokuyor. Bu şikayetleri yazılı olarak yaptığımız halde, toplu tazminat davası açacağımızı belirttiğimiz halde, elektrik ve su her gün kesilmektedir.
Bilemiyorum, acaba Uganda’da her gün kesinti olur mu?

İşte, çağdaş bildiğimiz Türkiyemizde bunlar yaşanıyor.
Allah yardımcımız olsun.

Bu yazı toplam 3637 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.